14 Ekim 2011 Cuma
Gün batımından sonraki soğukluk vardı sahilde. Deniz maviydi, insana bütün günün hatalarını unutturacak kadar mavi. Kum ise sapsarıydı, yarın yapılacak bütün pis işleri hatırlatan cart sarı. İlerisi kayalıktı. Soğuk kayalar, insanı 10 dakikada kabız yapabilecek kadar soğuk. Zaman orada durmalı mıydı? Hayır, zamanla işim yoktu. Yanımdaki kız, maçoluk ve çılgınlık seviyordu. Maço, ne kadar itici bir kelimeydi. Ne öküz kadar taşı gediğine oturtabiliyordu, ne de fevri gibi alttan alttan mesaj veriyordu. Arada kalanları sevmem. İnsan dediğin de bir düşünceye inanıyorsa sonuna kadar gidecekti. Değişim korkaklar için. Ama ben bu kız için değiştim. Benim ne işim var kavgayla gürültüyle. Kızlar benim için çiçektir. Ama ona ne kadar hakaret etsem o kendini bana karşı daha ezik hissedip daha çok yaklaşıyordu. Onun kendini ezik hissettirecek bir insana mı ihtiyacı vardı, yoksa bir sevgiliye mi? Ruhu bu kadar yüce miydi de ezikliği özlemliyordu. Kadınlar tarafından çok ilgi gören erkeklerin gay olmasıyla aynı durum muydu bu? Yoksa Stockholm Sendromu mu? Deniz siyahtı. Denizin rengi güneşin batmasıyla niye siyah oldu? Ya gerçekten denizin rengi siyahsa? Bir insan birşeye ne kadar inanıyorsa onu o kadar bilmiyordur.
Toplumdaki maçoluk girişimlerimin başarısızlığını kızı aşağılamaktan çıkarıyorum. Kızı kestiler diye atarlanıp 2 kişinin arasına dalmama müteakiben yediğim dayağın hırsını kıza 'baktırma kendine lan' diye bağırmamla çıkarmıştım. Kız sarıldı. Hata silen bir silgiydi bu. Onu elimde tutmasını biliyorum. Ben sadece hayatın bana öğrettiklerini uyguluyorum. İltifat da etmem. Senin mavi gözlerin için bütün dünyayı yakarım ben dediğimden sonra 2 gün konuşmadık. Çok fedakarcaydı. O, hakiki olanı seviyordu. Mavi gözlerin için bir gün sigara içmem deseydim daha etkili olurdu. Senin için çok da fedakar olamam demek onun beni kaçırmamak için daha fazla bana sarılmasına sebep olacaktı. Neden bu kadar palavra yemeyen bir kızdı bu. Aslında hiçbir kız bu palavraları yemiyor ama erkeklere çaktırmıyorlar. Kızlar daha zeki olmasalardı, bu kadar erkek kızların arkasından perişan olur muydu?
Denize yakamoz düştü. İnsanı gaza getirecek kadar güzel. Ne yapsam da biraz daha çeksem kızı dedim. Çekirdek satan çocuğu gördüm. Cılız ve güçsüz. Yerim bunu. Gel lan buraya dedim. Geldi. Ne satıyon dedim? Çekirdek görmüyon mu dedi. Uzatma lan ver bi paket. Siktir lan sana çekirdek yok bende dedi. Olum ne diyon lan sen dedim, atladım üstüne. Çocuk çok teknik bir hareketle üstünden attı beni. Yere kapaklandım. Oturdu üstüme, sağ kroşesini indirdi. Kolunu cımcırdım. Aparkatı indirdi. Burnunu sıktım. Kafa attı. Saçını çektim. Ayağa kalktı. Bitti zannettim. Sağ omzuyla mide boşluğuma zıpladı. Aman Allah'ım Smackdown! Kavgada hareket yaptı. Bu ne özgüven. Çocuk beni evire çevire dövüyordu. En sonunda sıkıldı, suratıma tükürdü, kalktı gitti. Zor topladım kendimi. Kızın gelip beni öperek kaldırmasını bekledim gelmedi. O gelmedi ben kalktım. Kafam vücuduma ağır geliyordu. Kum kahverengiydi, insana hiç umut vermeyen kahverengi. Gözlerini gördüm, gözlerinde ölen biri vardı. Kaybetmeyi hissediyorum. Olmamalı diye düşündüm. Kafamda deli sorular, kolayca geçemiyorum. Yapma dedim. Çocuktan dayak yedin dedi. Etme dedim. Senin için ölürüm dedim. Hala hata yapıyordum. Senin için öğün atlarım lan dedim. Sen anca bunu yaparsın zaten benim için dedi. Ne diyosun sen ya dedim. Çıkardım üstümü, kayalıklara koştum. Al bu senin için diye bağırdım. Kayalıklara sırtüstü atladım. Kayalıklar sertti, maço gibi değildi öküz gibiydi. Ne yapıyosun dedi. Senin uğruna diye bağırdım. Hızımı alamadım denize atladım. Ben gidiyorum dedi. Su çok güzel gel dedim. Uzaklaşmaya başladı. Aniden sudan çıkmaya çalıştım. Sudan ani çıkışlarda dikkatli olmak gerektiğini pek bilmiyordum. Suyla çok işim olmaz. Pantolonumun gevşekliği ve suyun etkisiyle dımdızlak kaldım kızın karşısında. Kız koştu ben kaldım. Kayalıktan ve çocuktan aldığım darbeler yüzünden eğilemiyordum. Kaldım orada öylece, gidemedim. Yattım kuma. Sabah iki polis kaldırmış beni dediklerine göre. Uyandığımda kodesteydim yanımda küçük bir çocuk vardı. Konuştuk biraz. Ne iş yapıyon dedim. Çekirdek satıyorum dedi. Büyüksün dedim.
10 Ekim 2011 Pazartesi
Her sabah güneşin doğuşuyla birlikte uyanır, sauna eşofmanlarımı giyer, 1 saat koşumu yapar, evime gelip mısır gevreğimi yer, her sabah koştuğum için terim güzel koksa da banyoya girer, giyinir çıkarım. Güneşin doğuşunu görmek enerjimi artırır, auramı temizler, bilinçaltımı düzenler, bağırsaklarımı çalıştırır, doğaya uyumumu artırır. İşime arabamla giderim. Masamda taze espresso ve Dünya gazetesi hazırdır. Öğlene kadar gazetemi okurken bir yandan da öğleden sonra şirketim için hangi önemli kararları almam gerektiğini düşünürüm. Öğleden sonra da çalışanlarımla 1-2 saatlik toplantı yapıp, onlara burada olduğumu, onları takip ettiğimi hatırlatırken aynı zamanda şirket için önemli kararlar alıyormuş gibi yaparım. Akşam oldu mu katılmam gereken davetlere gider, varsa iş yemeklerine çıkarım. Bienalleri, sanat galerilerini severim. Eserleri anlamam ama etkilenirim. Beyin işçiliği yaptığım ve kimseye hesap vermediğim için pazar sendromuyla, hafta sonu özel programlarla işim yoktur. Cuma cumartesi büyük şirketlerde çalışan yüksek mertebelerdeki elit ve entellektüel arkadaşlarımla takılıp, Pazar sabahları da boğaz kenarında minimum 80 çeşit açık büfe brunch a katılırım. Aşağıdaki manzaradan aşağısı kurtarmaz.
Tabii ki bu ben değilim lan. Sabahları otobüse binmem gereken saatten 10 dakika önce uyanırım. Haldır hüldür hazırlanır, gömleğimin düğmelerini merdivenleri inerken bağlarım. Bazı sabahlar otobüsün arkasından koştuğum olur, günlük sporum da bundan ibarettir. Ama o da leş gibi kokmama sebebiyet verir. Güneşe çıkamam, başım ağrır, hapşururum. Masamda yapılacak işler her zaman vardır. Aynı zamanda fiziksel aktivite gerektiren işlerim de çoktur. Gün boyu hiçbir şey düşünmeden çalışırım. Amacım anı kurtarmaktır. Nadiren kalan boş zamanlarımda Dünya gazetesini okumayı denerim. Normalde gazetenin ekonomi sayfalarını pas geçerim ama şirkette çok havalı gösteriyor. Hiçbir şey de anlamam. Kim karar veriyo lan bu doların artmasına euronun düşmesine der, internetten Posta gazetesini açarım. Akşama kadar pert olurum genellikle. Eve gider inzivaya çekilmek kisvesi altında televizyonun önüne yatar kalırım. Geceleri koltukta uyurum ta ki boyun ağrısı uykumu engelleyene kadar. Sonra yatağıma giderim. Bütün hafta mal gibi geçtiği için, hafta sonu çok eğlenceli, çılgın birşeyler yapmalıyım gibi hissederim. Cumartesi gecesi ve pazar sabahı benim için çok önemlidir. Pazar sabahı 60 çeşit kahvaltımı yapıp çöken ağırlıktan dolayı 3 saat koltukta oturmak isterim.

İşte böyle bir pazar sabahındandı aşağıdaki fotoğraf
İki çeşit kapalı büfeydi menü
Ve araba lastiği manzarası
Bir de tesbih çeken bir adam
Beş lira verdik bir gözleme iki çaya..
7 Ekim 2011 Cuma
Şişko olan seyrek sakallı, büyük kafalı ve geniş alınlıydı. Kabarık saçları hiç taranmamış gibiydi. Gülünce gözleri kısılıyor, suratı sırf kaş oluyordu. Yerinden değil de üstten çıkan dişi çirkin gülümsemesine bir de çocukluk katıyordu. Diğerinin kendine baktığı belliydi. Renkli tişörtleri, buğday teni, taranmış saçları, şekilli sakalları ile her an bir kıza yazmaya hazırdı. Büyük düğmeli, geniş, fırfırlı yakalı kazağıyla da çok havalı oluyordu.
Çocukluk arkadaşıydılar ve her sabah aynı otobüse biniyorlardı. İlk karşılaştıklarında her şey güzel başlamış, mahalle, futbol, karı kız derken adeta yol arkadaşı olmuşlardı. Tabi tabi haklısın'lar, Sorma abi neydi o ya'lar, Ya olm ne komik adamsın lan'lar havada uçuşuyordu. Körükte demirin üstüne oturuyorlar, yer boşalınca sen otur diye birbirlerine ısrar ediyorlardı. Aslında, bu kadar iyi anlaşacak insanlar değillerdi ama birlikte geçirdikleri çocuklukları onları kanka olmaya zorluyordu. Bu da her ikisinin üzerinde baskı oluşturuyordu. Beklendiği üzere, konular bir bir azalmaya başlamış, şen kahkalar yerini derin sessizliklere, tabi tabi haklısınlar saçmalama oğlumlara bırakmıştı. Aralarındaki soğukluk günden güne artıyor, derin sessizlikler bazen otobüstekileri bile geriyordu. 
Böyle günlerden biriydi ve renkli tişörtlü yolda lise üniformalı genci göstererek atıldı;
-Lan biz böyle miydik, biz gömleği içeri sokmazdık aga. Neydik biz ya?
-Tabi abi bu ne ya, inektir oğlum bu.
-Aga bak hatırladım, bi kere hoca sınıfa gelmişti, benim de gömlek dışarıda tabii.
-Eee?
-En arkada oturuyorum, hoca geldi yanıma, gömleğini içeri sok dedi.
-Hadi ya
-Sokmuyorum lan dedim. O da sok lan dedi.
-Eee?
-Si.tir lan dedim. Sen kime gömlek ceket diyosun dedim.
-Sana gömlek ceket mi dedi?
-Gel lan müdüre gidiyoruz dedi.
-Hee
-Dışarı çıktık, soktum tuvalete bunu, ağzını burnunu kırdım yavşağın
-Yapma ya
-Sonra korkusundan müdüre de söyleyemedi hahaha.
Bu da nesiydi. Delikanlı efsanesi lise anısı da ne demekti. Bu olay son noktaydı. Bu anıların yüzde doksan dokuzunun yalan ve abartı olduğunu herkes biliyordu. Ancak ergenlikten çıkamamış biri bu tarz hikayeler anlatabilirdi. Şişko, Tolstoy'un insanlar yalan söylerken olmak istedikleri insanı anlatır lafını hatırladı. Bu işi bitirme vaktinin geldiğini anlamıştı. Emmi edasıyla gerildi, kolunu koltuğun arkasına attı, gözleri parladı, alt dudağı titredi, uzaklara baktı ve tekrar arkadaşına döndü.
-O ne ki biz bıçaklamıştık oğlum hocayı adam hık dedi gitti şerefsizim.
Ağır olmuştu ama haketmişti. Delikanlı efsanesi lise anısıyla dalga geçmek büyük hakaretti. Taralı saç da çok ileri gittiğini farketti. Konuyu değiştiremezse rezalet çıkacağını anladı
'Kanka bizim orda süper kızlar var, bi gün gel lan' dedi.

İzleyiciler

Blogger tarafından desteklenmektedir.